Bir toplumda hukukun varlık gerekçesi, adaletin gerçekleştirilmesi olarak ele alındığında, iki şeye ihtiyaç duyulur:
a) Adaletin ne olduğu konusunda toplumun büyük çoğunluğunun kabulünün olması.
b) Adaletin gerektirdiği sonuca nasıl ulaşılacağının bilinmesi.
İnsanlığın uzun geçmişi ardından gelinen aşamada; yargılama sonucunda suç olarak kabul edilen eylem için uygulanacak yaptırım kadar, yaptırımın ne olacağına kimin karar vereceği ve bunu hangi yöntemle belirleyeceği aynı derecede önem kazanmıştır.
Hukuk adalete ulaşmak için yargılamayı bir araç olarak kullanır. Yargı mekanizması (mahkemeler örgütü) nesnel kuralları (her türlü bireysellikten arınmış şekliyle yasalar), yaşanan öznel eylemlere uygulayarak bir sonuca varır. İşte bu sonucun adil olması için, gerek devlet, gerekse toplum karşısında zayıf durumdaki “bireyin” korunması fikri, bir insan hakkı olarak kabul görmüştür.
Fransız İhtilali sonucunda yayınlanan ve tüm dünyayı etkisine alan Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Bildirisi ve son olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi insan haklarını koruyan ve geliştiren tüm metinlerin temel amacı, insan özgürlüğünü korumak ve bireylere yönelik haksız saldırıları önlemek amacı gütmüştür.
Bu anlayışa uygun olarak geliştirilen batı yargılama sisteminin özünü “adil yargılanma hakkı” oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 10ncu maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6ncı maddesi ve Anayasamızın 36. maddesinde açık şekilde yer alan adil yargılanma hakkının sağlamaya çalıştığı şey, hukukun maddi içeriğinin ne olduğundan çok, herkese, önceden belirli olan hukuk kurallarına göre yargılama yapılacağı garantisinin verilmesidir. Adil yargılanma hakkının varlığı, kişilere hukuk güvenliğinin sağlandığını ifade eder.
Batıdaki özgürlükçü yaklaşımın, 2005 yılında uygulamaya konulan Türk Ceza Yasası ve Ceza Muhakemesi Yasasının da ana felsefesini oluşturduğu belirtilmektedir. Anayasa’nın 90ncı maddesine 2004 yılında yapılan eklemeyle, özgürlükçü anlayış ve uygulamaların Türkiye için de geçerli olacağı kabul edilmiştir.
Ancak, Türkiye’de son dönemlerde olup bitenlere bakıldığında, özgürlükçü olarak nitelenen yasalara dayanılarak “yasa terörü” estirildiği, korku ortamı yaratıldığı, her alanda ikili bir toplum yapısına doğru gidildiği görülmektedir. Toplumda yaşanan bu ayrışma; akademik bir tartışmanın, doğal bir çoğulculuğun yarattığı bir ayrışma değildir. Ayrışma, sağlıklı olmayan bir biçimde, birbiriyle anlaşamayan gruplaşmaya yönelmiştir.
Adil yargılama anlayışına aykırı oldukları gerekçesiyle, AİHM nin kararlarına dayanılarak kaldırılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine kurulan, “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”, tanınan aşırı yetkiler nedeniyle hızla siyasallaşarak devleti yönetenlerin elindeki yargı sopasına dönüşmüştür. Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri yargıç ve savcılarına tanınan aşırı yetkiler, denetlenmeyen her aşırı gücün otoriterleşeceği kuralarını doğrulamış, böylece ikili bir ceza yargı sistemi ortaya çıkmıştır. Bu mahkemelerin yargıç ve savcıları diğer meslektaşlarından kendilerini üstün gören bir psikolojiye sahip olmuşlardır. Bu çerçevede, “silahların eşitliği ilkesini” hiçe sayan ve adil yargılanma ilkesini zorlayan bir anlayışla savcılık kurumu öne çıkartılmıştır. Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı ile Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı arasındaki çekişmenin temelinde de, savcılık kurumuna tanınmış olan aşırı yetkiler bulunmaktadır.
Aşırı yetkilerin, görevin kötüye kullanıldığı izlenimi verecek kadar yerli yersiz kullanımı, toplumda ciddi bir huzursuzluk yaratmaktadır. Yaşanan ve pervasızlık olarak nitelenecek hukuksuzluklarda bardağı taşıran son damla, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısının makamında gözaltına alınarak tutuklanması oldu. HSYK, gözünü karartan yasa terörünün yargıya da sıçraması üzerine kendi eliyle yarattığı “frenkeştaynın” önünü kesmek üzere duruma el koyunca, siyasal iktidar ayağa kalktı.
Bilindiği üzere, özel yetkili yargıç ve savcılar da dahil olmak üzere tüm yargıç ve savcıları atama ve görevden alma yetkisine anayasal olarak (m.159) sahip olan tek kurum HSYK dır. HSYK nun Erzurum’daki özel yetkili savcıları görevden almasını, bu doğal süreci, siyasal iktidarın, kamuoyuna mahkemelerin bağımsızlığına vurulan darbe gibi göstermesi ve HSYK nu yargı dışı bir kurum olarak nitelemesi, mücadelenin ne kadar sert geçeceğinin göstergesidir.
Siyasal iktidar, yeni yargı sistemi eliyle, dokunulmazlara dokunmak gibi eşitlikçi bir izlenim veren popülist bir tutum ve darbecilerin üzerine gidiliyor demokratik görüntüsü altında, gerçekte cumhuriyetle ve demokrasiyle ilgisi olmayan bir toplum yapısını inşa etmeye çoktan başlamış görünüyor. Yaratılan toplumsal ayrışma, toplumu bir arada tutan sistem ile yaşam alanları ayrışması (17.000 birahanenin bu süreçte kapandığı belirtilmektedir.) sonucunu doğurarak toplumsal bir kargaşanın hazırlayıcısı olma riskini de taşımaktadır. Kısacası, bizleri TV başına kitleyen olaylar dizisi, büyük bir senaryonun parçası halinde her gün daha heyecan verici bir bölümüyle gözlerimizin önünde sergilenmektedir.
Artık ok yaydan çıkmıştır. Bu nedenle kendimizi ayrıntıya boğmaya, hangi yasa maddesinin olaya uyduğunu ya da uymadığını aramaya gerek kalmamıştır. Sorun, yasa maddeleri arasında gerekçe aramanın ötesine çoktan geçmiştir. Sabah saat 06:00 da açıklama yapmak ihtiyacı duyan Adalet Bakanlığının hassasiyeti hukuka olan bağlılığından değil, CMK 250. Maddesinin tanıdığı ve halen siyasal iktidar tarafından etkili bir şekilde kullanılan yeni tahakküm aracını elden kaçırmama telaş ve arzusundan kaynaklanmaktadır.
Kamuoyunun şunu bilmesi gerekmektedir. Birkaç günden beri yaşanan sorun, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısının kişisel haklarının savunusunun ötesinde bir sorundur. Erzurum ve Erzincan’daki savcılar, yeni bir toplumsal yapı inşa etme kavgasında birer figürdürler. Kendimize şunu sormalıyız. Kim olursa olsun, bir insana dokunulmasının kolaylaştırılması mı gerekir, yoksa dokunulmanın zorlaştırılması mı? Asıl olan yurttaşa dokunulması mıdır? Yoksa dokunulmaması mıdır? Cumhuriyet Başsavcılığı makamında oturmakta olan birisini, nezaket kurallarını bile gözetmeden alıp götüren güç, sıradan bir yurttaş için acaba neler yapabilir?
Öyleyse, geçmişte yaşanan darbelerin yarattığı olumsuzluklar nedeniyle (olanları unutmamız gerekmiyor) bu gün olup bitenlere duyarsız kalınması, hatta naif bir bakış açısıyla yaşananlara destek olunması, en hafif deyimiyle öngörüsüzlük değil midir? “Sivil” güçler tarafından demokratik görüntü altında bugün yapılmakta olanın, özünde, 12 Eylülden nasıl bir farkı bulunmaktadır?
İlginç olan, bu mahkemelerde görev yapan neredeyse tüm yargıç ve savcıların, özellikle savcıların, yaşadığımız olaylar dizisinde benzer davranışta bulunmalarıdır. Sanki kendi aralarında örgütlenmişçesine davranan bu kadrolara yapılan atamalarda bu kadar rastlantı olur mu, kuşkusunu duymamak mümkün mü?
HSYK nun Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılarını görevden alma yazısının iletişim çağında 20 saat sonra tebliğ edilebilmesi, bu savcıların Erzurum’daki diğer savcılara güvenmeyerek, dosyayı İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığına göndermesi, özel yetkili savcıların kendilerine “özel” bir misyon biçtiklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu misyonun; tüm olup bitenler ve Ergenekon süreci birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hukuk devletinin pekiştirilmesinden çok, toplumun muhafazakarlaşmasına ve Cumhuriyetin cemaatleştirilmesine hizmet ettiği açıktır.
Anayasa Mahkemesinin artık klasikleşen hukuk devleti tanımına göre;
“Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, Anayasa’nın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesinin 19.02.2009 tarih ve 2005/107E., 2009/23K. sayılı kararından)
Bu yerleşik tanıma uygun olarak, herkese ama öncelikle tüm hukukçu çevrelere düşen görev, yazının başında belirttiğimiz iki konuda toplumsal oydaşmanın sağlanmasına, hukuk kültürünün toplumda yerleşmesine çalışmak ve olup bitenlerin gerçek amacını topluma anlatmak olmalıdır.
Yargının “özeli” olmaz. Özel yargı yeri ve yargılamada uygulanacak “özel” anlayış, adil yargılama ilkesine açıkça aykırıdır. Öyleyse, HSYK bakımından yapılması gereken öncelikli görev, “özel” yargı kadrosunu tümüyle gözden geçirmek olmalıdır.
Not : Bu yazının özeti, Newsweek Türkiye Dergisinin 28.02.2010 tarihli sayısında yayınlanmıştır.