Türkiye de bulunan 78 baronun ve 70.000 civarındaki avukatın üst örgütü olan Türkiye Barolar Birliği'nin 30 ncu Genel Kurulu 23-24 Mayıs tarihlerinde Ankara'da, yeni genel merkez binasında yapıldı.
Aradan üç haftalık bir süre geçtikten sonra Genel Kurulun geride nasıl bir iz bıraktığını sorguladığımızda, ne yazık ki, verimli ve zengin sonuçlarla karşılaşamıyoruz.
Bizce, Barolar Birliği Genel Kurulunun en göze çarpan özelliği, kamuoyunda yeterince yankı bulmaması, hukuk kamuoyunun bile Genel Kurulu sessizce geçiştirmesiydi.
Öyle ki, Genel Kurula Adalet Bakanı bile katılmazken, yüksek yargı organlarının (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay) başkanları / temsilcileri de katılmadı. Aynı şekilde, Nisan ayı içerisinde yapılan Türkiye Barolar Birliği merkezinin açılışına da yasama, yürütme ve yargı organlarının önde gelenleri, bu arada Adalet Bakanı katılmamışken, daha sonra yapılan Noterler Birliği merkezinin açılışına Başbakan katılmış, açılış bizzat Başbakan tarafından yapılmıştır.
Daha ilginci bu ilgisizlik, ne 78 baro, ne de Türkiye Barolar Birliği tarafından sorun olarak görülmemiştir. Oysa böyle bir durumun avukatlar tarafından asla kabul edilmemesi gerekiyor.
Türkiye'nin en önemli ve en büyük hukuk kurumu olan Türkiye Barolar Birliği Genel Kurulu'nun sessizce geçiştirilmemesi, Türkiye'nin hukuk politikalarının tartışıldığı, çözüm önerilerinin geliştirildiği bir platforma dönüştürülmesi gerekiyordu. Yaşanan bu kayıtsızlıktan, Türkiye'deki 78 Baronun ve Barolar Birliğinin hukuk alanında bir ağırlık merkezi oluşturamadığı anlaşılıyor. Avukatlık Yasasıyla barolara ve Türkiye Barolar Birliğine hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak görevi yasayla verildiği halde, Türkiye Barolar Birliği genel kurul gündemine, ne yazık ki Türkiye'nin hukuk sorunlarının tartışılacağı bir maddenin konulmasına gerek dahi duyulmamıştır.
30ncu Türkiye Barolar Birliği Genel Kuruluna damga vuran bir başka olgu, seçimlerdi. Genel Kurulda, Türkiye Barolar Birliği Başkanı, yönetim, disiplin ve denetleme kurulları seçimleri yapıldı. Başkan 3. dönem için yeniden seçilirken, başkanlık görevinin 12 yıl süreyle aynı kişi tarafından yürütülüyor olması Sayın Özok'un kişiliğinden bağımsız olarak ciddi bir eleştiri konusu oldu. Bu durumun, oylama sonucuna da yansıdığı gözlerden kaçmadı. Kuşkusuz, 70.000 kişilik bir topluluğun, birbiriyle yarışan güçlü başkan adayları çıkartamaması ve rakip olarak çıkan adayın ezik bir yaklaşımla Genel Kurula hitap etmesine karşın beklenenden çok oy alması, Başkanın 12 yıla uzayan görev süresine bir tepki olarak yorumlandı.
Seçimde Başkan adaylarının yönetim, disiplin ve denetleme kurullarına ait listelerinin gece yarısından sonra belli olması, listelerin, Türkiye barolarını temsil edecek dengeli bir şekilde yapılmamış olması, özellikle doğu ve güneydoğu il barolarının seçilen listede temsil edilmemesi tepki toplarken, seçimle ilgili yapılan kulislere sığ bir anlayışın hakim olduğu gözden kaçmadı.
Yönetim Kurulu seçimi sonucunda, İstanbul Barosu tarafından gösterilen adaylardan birisinin isminin çizilmesi ve liste dışından başka birisinin yönetime seçilmesi, sürpriz bir sonuç olarak değerlendirildi. İstanbul Barosunun Birlik Genel Kurulunda yaşadığı bu şok, aslında kısır görüşlülüğün acı bir şekilde geri tepmesinden başka bir şey değildi. İstanbul Barosunun, Birlik Yönetim Kuruluna aday gösterdiklerinin, kendi delegelerinin ancak 1/3 nün oyunu alabilmiş olması sorun olarak görülmemiş, birlik ve dayanışma sağlayacak koşullar hazırlanmadan girilen seçim bu sarsıcı sonucu yaşatmıştır. Bu sonuç, kuşkusuz, İstanbul Barosunun hanesine başarısızlık olarak yazıldı.
Genel Kurulda yapılan konuşma ve değerlendirmeler belli bir düzeyin üzerine ne yazık ki çıkamadı. Genel Kurul salonu, genel geçer ifadelerle dolu, birbirini yineleyen konuşmalara sahne oldu. Hukukun ağır yaralı olduğu bu dönemde, baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin işlev ve amaçları neredeyse hiç sorgulanmadı.
Genel Kurulda; özgürlük, eşitlik ve dayanışmacı ilkelere dayalı hukuk politikalarının parametreleri dillendirilmediği gibi, toplumcu bir anlayışla hukuka bakışın nasıl olması gerektiği konusunda da adaylardan bir proje sunan olmadı.
Yaşanan adaletsizlikler ve insanlık onurunu zedeleyen tıkanmış yargı sorunları için çözüm önerileri de tartışılmadı.
Avukatların ve avukatlığın içinde bulunduğu durum, avukatlıktaki değişim ve dönüşüm ve buna bağlı sorunlar sanki böyle bir sorun yokmuş gibi geçiştirildi.
Hukukun asıl bekçileri olan avukatların maddi ve manevi bakımından özgürleşmesi gereksinimi görmezden gelindi. Yargılamada avukatı / savunmayı yok sayan, gerekirse onu da ben yaparım, diyen yerleşik anlayışa karşı çıkılmadı.
Genel Kurul Divanının avukat stajyerlerinin Genel Kurulda konuşma isteğini geri çevirmesi, Genel Kurulda sadece delegeler konuşabilir, gerekçesine dayalı anlaşılmaz bir mantığa dayanması, demokratik tutum bakımından hayli garipsendi.
Sonuç olarak bütün yaşananlar, oligarşinin tunç yasasının geçerliğini koruduğunu, hukuk alanında yeni bir anlayışa / paradigmaya gereksinim olduğunu ortaya koyuyordu.